Hepimizin dilinde “Ah Anadolu, medeniyetler beşiği, eşsiz coğrafya” terennümü var da, ne kadar tanıyoruz Anadolu’yu tartışılır. Kanımca o yörede doğup büyümediysek, memleketimiz değilse -ki memleketimizin bile tarihi serüvenini ne kadar bildiğimiz de muğlak, tarihçi, sanat tarihçisi, arkeolog ve/veya özel bir merakımız yoksa, içini doldurmadığımız salt öğrenilmiş bir bilgiden ibaret bu cümle. Tarsus’u nasıl biliriz mesela, dahası Tarsus’u bilir miyiz? Antik dönemden bu yana, Kilikia coğrafyasının en önemli merkezlerinden biri olduğunu…
Bir Kilikia Güzellemesi, Tarsus
Gezgin Dünyası: Destinasyon #Mersin Blogger Gezisi, Tarsus’tan bana bir dolu yeni ve güzel şey kaldı: İlk kez Murathan Mungan’dan öğrendiğim Şahmeran Efsanesi’nin topraklarını gördüm; Kırkkaşık Bedesteni’ndeki rengârenk tezgâhlarda kayboldum, “Kaynar” ikram eden memleket aşığı, gönüllü rehber Serpil Hanım ile tanıştım; Tarsuslu St. Paul’un Hristiyanlık için ne kadar önemli olduğunu anladım; Şemsiyeli Sokak için belediyeye bir aferin verdim; gürül gürül akan, ruhları dinlendiren Tarsus Şelalesi’nde lezzetine doyamadığım sac kebabı yedim… Elbette yolculuğun bir de Peril’cesi vardı, Yol Arkadaşları.
Adana ile Tarsus arası 41 km, yani havalimanından yaklaşık yarım saat-kırk dakika sonra Tarsus ilçe merkezinde oluyorsunuz. Ankara gibi karasal iklimin kucağında yaşıyorsanız ılık havasına, parıldayan güneşine sarılasınız geliyor. Tarsus, Kilikya coğrafyasının en eski ve en önemli bölgesi. Taş Çağı’nda, yaklaşık 8.000 yıl önce kurulan Tarsus’un adını kentin Tanrısı Sandon’dan yani Herakles’ten aldığı düşünülse de hakkında pek çok efsane var. Bunlardan en kuvvetli olanı, Pegasus’un Kilikya ovasında yolunu şaşırıp Tarsus’un üzerinde sakatlanarak kente Latince ayak tabanı anlamına gelen “Tarsos” adının verildiği söylence. Kent Hitit, Asur, Pers, Büyük İskender, Roma, Kilikya Ermeni Krallığı, Memluk, Türkmen Beylikleri, Selçuklu ve Osmanlı hâkimiyetinde kalmış, her biri kendi kültürünü ve inancını resmetmiş Tarsus’a. Gerçek anlamda medeniyetlerin buluştuğu bir yer Tarsus, öyle ki Mersin’deki yerleşik hayattan çok önce var olmuş, halen de Mersin’in en büyük ilçesi.
Özellikle Hristiyanlar için, Luka İncili’nde çok kez adı geçen, Tarsus’ta doğan ve dini tüm dünyaya yaymak için bu coğrafyadan yola çıkan St. Paul’den dolayı Hristiyanlar için bir hac bölgesi. Kudüs’teki Kıyamet Kilisesi’nden sonraki en kutsal kilise olan St. Paul Kilisesi ve misyonerin evi olan St. Paul Kuyusu da Tarsus’ta.
İlçe merkezine gelmeden Tarsus’a ilk merhabanız Cleopatra Kapısı. MÖ. 44’te Cleopatra’nın kente girdiği söylenen kapı. Fotoğraf alacağım diye rehberi can kulağı ile dinleyemediysem demek ki, hakkında biraz araştırma yapınca etkilendim kendilerinden. Bizans döneminde Tarsus’un çevresi surlarla çevriliymiş ve girmek için üç kapısı bulunuyormuş: Dağ Kapısı, Adana Kapısı ve Deniz Kapısı. Kapı at nalı şeklinde Horasan harcıyla yapılmış. Bu Horasan harcı da ne ola diye merak ettim.
Tarsus’un en eski yapısı olarak bilinen Cleopatra Kapısı gibi pek çok tarihi yapının halen ayakta kalmasının nedeni Horasan harcıymış. Antik Yunan’dan itibaren çimentonun bulunuşuna kadar bağlayıcı ve taşıyıcı özelliği nedeniyle inşa malzemesi olarak kullanılageldiği biliniyor. Mısır’daki Giza Piramiti (Soru işareti), Asur şehirleri, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemi yapıları, Ayasofya, Süleymaniye Camileri, Rumeli Hisarı, Sultanahmet Külliyesi, sarnıç, su kemerleri ve hamam gibi pek çok yapıda kullanılmış. Osmanlı’da inşaat ustalarının ustasına “Horasancı” denirmiş. Islak mekânlar için en uygun yapı malzemesi olarak deniz suyuna karşı, nem oranının yüksek olduğu yerleşimlerde yaygın olarak kullanılmış.
Tarsus’un 18. yüzyıl sonlarına kadar sapasağlam kalan üç kapılı caanım surları, nedense 1835 yılında Mısırlı İbrahim Paşa tarafından yıktırılmış ve yalnızca iki ayak üzerinde tek kemerli olan Deniz Kapısı kalmış. (Neden yalnızca Cleopatra Kapısı kalmış?) Bu mevzuunun aslını astarını bilen varsa, yorum kısmına yazarsa çok sevinirim. Julius Ceaser’ın MÖ. 44’te bir suikastle öldürülmesiyle üçlü yönetimden Romalı Marcus Antonius Anadolu’ya geçiyor. Göz koyduğu Mısır kraliçesi Cleopatra ile önce Tarsus’ta buluşuyor. İşte bu buluşmada, o zamanın limanı Gözlü Kule’de büyük bir törenle karşılanıp Deniz Kapısı’ndan şehre giren aşıkların ardından kapının adı Cleopatra Kapısı olarak kalıyor. Antonius daha sonra evlenmek için dağlık Kilikya’nın büyük bir bölümünü (Strabon verilen yerlerin gemi yapımı için uygun sedir ormanları olduğunu yazmış.) Cleopatra’ya armağan ediyor. Dünya tarihinde büyük etkisi olan bu buluşma birçok esere konu oluyor, yazılıp çiziliyor…
Tarsus’un merkezinde, Romalıların inşa ettiği MÖ. 1. yüzyıl tarihli Antik Yol, dünyanın kanalizasyonlu ilk yolu. Tarihi ipek yolunun bir uzantısı olan, Anadolu’da ender rastlanan bazalt taş döşeli olan bu antik yol, dört bir yanı sit alanı olan Tarsus’un merkezindeki bir otopark inşaatı esnasında tesadüfen bulunmuş. Yolun kenarında yağmur suyunun birikmesi için kanallar ve altında da kanalizasyon sistemi var. O dönemlerde de şehir merkezinde olduğu düşünülen antik yolda iki aracın yan yana geçtiğini gösteren tekerlek izleri duruyor. Sonuç: Tarsus binlerce yıldır halen yaşamakta olan, capcanlı bir kent! Yolda kimler yürümüş kimler: Cleopatra, Cicero, St. Paul, Hadrian, Marcus Antonius, Sezar ve ben.
St. Paul Kuyusu, Cumhuriyet Alanı’nda eski Tarsus evlerinin yoğun olduğu bölgede, Pavlus’un evinin yeri olarak kabul edilen bir avluda bulunuyor. Kudüs’e hacı olmak için yola çıkan Hristiyanlarca kutsal sayılan bu kuyunun suyundan içilmeden gidilmezmiş.
Gelelim misyonerler misyoneri Pavlus’a. Bir İsa değil ama İsa’dan da az değil kendisi. Zira Tarsus, ben Hristiyan’a Hristiyan demem Pavlus’un kuyusundan su içmeyince coğrafyası. Rehberimizin İsa’nın havarisi olmadığını özellikle vurguladığı Pavlus, Otto Menardius adı ile bir Yahudi olarak Tarsus’ta doğmuş, eğitim almak için Kudüs’e gitmiş. Tam tahmin ettiğiniz gibi rüyasında İsa’yı görmüş, pek etkilenmiş ve Hristiyan olmuş, vaftizinin ardından da adını Paul olarak değiştirmiş. Kendini Hristiyanlığı yaymaya adamış, uzun, meşakkatli yolculuklara çıkmış. Memleketine dönüp buradaki ilk Hristiyan toplulukların oluşmasını sağlamış ve Anadolu’da üç yöne hareket ederek öğretilerini yaymış. Tarsus Hristiyanlığın kendi bölgesinden çıkıp dünyaya ilk yayıldığı yerlerden biri. Roma’da öldürülen Pavlus hakkında, İsa’dan farklı öğretilere sahip olduğu, Hristiyanlığın ilk teorisyeni olduğu ve Hristiyanlığın bizatihi Pavlus’tan yayıldığı hakkında görüşler var.
St. Paul Kilisesi’ne üzüldüm. Aşamalı olarak yapılıyor olsa da halen restorasyona ve bakıma ihtiyacı var, dahası kullanılmıyor. Vatikan’ın 1992 ve 1993’te burada Aziz Paul Sempozyumu ve Ayini düzenlemiş olmasına rağmen, inanç turizmi için böylesine önemli bir kilisenin ibadete açık olmaması inanılır gibi değil. Hristiyanlar yıl içerisinde müzeyi ve kuyuyu düzenli olarak hac amaçlı ziyaret ediyormuş. Ulu Cami Semtinde yer alan kilise, MS. 11-12. yüzyıllarda inşa edilerek St. Paul’a adanmış. Şu an koruma altında ve anıt müze niteliğine sahip. Tavanın merkezinde İsa, Yohannes, Mattios, Marcos ve Lucas’nın freskleri var.
Tarsus’ta en sevdiğim ve gezmekten büyük keyif aldığım yer Kırkkaşık Bedesteni oldu. Efendim burada bir kadın dayanışması var ki, görmeniz lazım. Kapalı çarşıdaki 16 dükkân kadınlar tarafından işletiliyor, hepsi de birbirinden güler yüzlü ve misafirperver. Burası aslında cami ve etrafındaki yapılardan oluşan külliyenin bir bölümü olarak 16. Yüzyılda Ulu Cami’nin yanına aş evi olması amacıyla yapılmış. Zamanla ihtiyaca göre medreseye sonra da kapalı çarşıya dönüşmüş. İlk kez gördüğüm bir yeri keşfederken en sevdiğim şey, el yapımı ve yöresel ürünlerin satıldığı bunun gibi çarşılarda salına salına dolanmak! Serpil Hanım’la tanışacağımı bilmeden üstelik… Bir insan bu kadar mı enerjik, sevimli ve mihmandar olur! Bir dahaki gelişimde mutlaka büyük bir bardak “Kaynar” içip sohbet için daha fazla zaman ayıracağım.
Ulu Camii, klasik Osmanlı süsleme sanatının en iyi örneklerinden ve tamamı kesme taştan inşa edilmiş bir yapı. Tüm semavi dinler tarafından peygamber olarak kabul edilen Danyal Peygamberin mezarına geldi sıra: Makam-ı Danyal Camii ve Mezarı, Türkiye’deki tek peygamber kabri olması açısından oldukça ilginç. Bereket Peygamberi olarak da bilinen peygamberin mezarına insanlar dua etmek için geliyor.
Ziyaret edemesem de, Şahmeran Hamamı şahmeran’ın öldürüldüğü yer olarak anılıyor. Romalılardan kalma bir temel üzerine 15. yüzyılda Ramazanoğulları tarafından inşa edilen hamam hizmete açık. Şahmeran Efsanesi’ni geniş geniş yazdığım linke buyurun.
Daracık taşlı sokaklarda karşılıklı birbirine bakan şirin mi şirin Tarsus Evleri, belediye tarafından istimlak edilerek restorasyon görmüş, pek de güzel olmuş. Belediyeye bir öpücük daha gönderdim. Altından Geçme-Kemerlatı-Siptilli Çarşısı, yine belediyenin bir armağanı.
Cleopatra’dan sola döndüğünüzde tam göbekte Kutalmışoğlu Süleyman Şah Heykeli ile karşılaşıyorsunuz. Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu ve Kilikya bölgesini fetheden önemli bir Türk hükümdar, öyle ki günümüzde siyasi olaylar nedeniyle gündemden düşmeyen Süleyman Şah Türbesi’nde yatıyor.
Tarsus’un en güzel yeri açık ara Tarsus Şelalesi. Tarsus merkezden 4 km kadar uzakta, Berdan Çayı’nın üzerinde suyu bol, yeşillikler içinde insana huzur veren mis gibi bir yer. Tarsus ve çevresinin meşhur bir üzümü varmış Tarsus Beyazı, ne yazık ki biz mevsime denk gelemediğimiz için tadına bakamadık. Fakat şelalenin etrafındaki restoranların birinde fındık lahmacun, sıcak humus ve sac kebabı tatma fırsatımız oldu. Oldum olası humusla fazla aram olmadığından ve fındık lahmacunun Adana’daki tadını bulamadığımdan beni en çok etkileyen ve gerçekten çok lezzetli olan sac kebabıydı. Bir de cezerye var tabii, fakat ayrıntısına Mersin Yeme ve İçme yazımda değineceğim. Tarsus’tan sonra güzergah seyahatin ikinci bölümü Bir Kilikia Güzellemesi, Mersin olacak.
Son Söz: Anadolu’yu Akdeniz’le birleştiren Gülek Geçidi ve İpek Yolu üzerinde bulunan Tarsus’un eskiden ticaret kenti olmasına şaşırmıyorum ancak aynı zamanda kültür ve üniversiteler kenti de olduğunu öğreniyorum. Tarsus’da Antonius döneminde antik bilim adamlarının yazdıkları büyük kitaplar toplanarak, 200.000 ciltlik, dünyada eşi bulunmayan bir kütüphane oluşturulmuş. Bu da Tarsus’ta bir çok ünlü düşünür ve filozofun yetişmesini sağlamış. Çırçır işletmeciliğinden fabrikada iplik üretimi ilk kez Tarsus’ta yapılmış. Türkiye’de ilk elektrik enerjisi Tarsus’ta 1902’de üretilmiş.
Bloğunuzla yeni tanıştım oldukça hoş bir uslubunuz var, kendi deyiminizle Yola Devam! edin, ve biriktirdiğiniz yeni anılardan bizde düşlenelim 🙂
Çok teşekkür ederim, zamanım olsa daha çok yazacağım, sevgilerimle…