Gezgin Dünyası: Destinasyon #Mersin Blogger Gezisi ile çıktığımız yolculukta, Bir Kilikia Güzellemesi, Tarsus‘un ikinci rotası Mersin’de sıra. Tarsus-Mersin arası 43 kilometre, yaklaşık yarım saat kırk dakika kadar sürüyor. Mersin, evrensel kimliğe sahip pek çok açıdan önemli bir bölge.
Beyrutluların, Suriyelilerin, Almanların, Rumların bir arada yaşadığı; Arap-Alevilerin, Sünnilerin, Ortodoks Hristiyanların, Yahudilerin koyun koyuna aynı mezarlıkta uyuduğu, tam 400 Bizans köyünün ve 20’den fazla antik kentin yer aldığı, anavatanı Suriye’den sonra zeytinin ilk kez yetiştirildiği ve yukarı Mezopotamya’nın en üst noktası olarak tarımın batıya geçtiği 200 yaşında cennet bir coğrafya Mersin.
Mersin ile ilgili bu önemli bilgiler, Ali Murat Merzeci’nin rehberliği ve zengin sunumlarından aldığım notlardan oluşuyor. Ali Murat Merzeci, aslında Mersinli bir turizmci, İçel Sanat Klübü’nde bize Kilikya bölgesi ile ilgili yaptığı sunum sonrasında öğrendim ki, arkeoloji yüksek lisansı yapmış. Ertesi gün kahvaltıda sohbet etme imkânı bulduğumda binlerce kitaptan oluşan bir kütüphanesi olduğunu anlattı. Onca bilgi ve deneyimine karşın ego sahibi olmayan, günümüzde çok çok ender rastlanan özel insanlardan.
Mersin’in üzerinde yayıldığı toprakların ilk kavimlerin Luvi’ler olduğu ve Kilikia adının, onlardan geldiği biliniyor. Mersin ismi de, aynı zamanda bir ilçesinin adı da olan Mut bitkisinin Yunancası. Batı ve güney Anadolu kıyı şeridinde güneşli ve kurak alanlardaki makiler arasında kendiliğinden yetişen bir Akdeniz bölge bitkisi. Olimpos tanrılarının içeceği olan mut, antik dönemden bu yana Kilikya bölgesi için hep önemli olagelmiş zira, günümüzde halen kabir ziyaretlerine de mut yaprakları götürülüyor. Benim pek sevdiğim ve bir Mersin mucizesi olan cezeryeye de mut yaprakları katılıyor. İçel ismi ise, Anadolu Selçuklu döneminde, başkent Konya’ya ve Toros-Bolkar kesişimine göre dış il iç il olarak sınıflanan illerden içeride kalan Mersin’e – İçel, dışarıda kalana da Antalya – Taşeli denmesiyle oluşmuş.
Mersin’in tarihi denince iki çok önemli yerleşim çıkıyor karşımıza, Yumuktepe ve Zephyrium. Yola çıkmadan önce gezi programını incelerken Yumuktepe’nin adını gördüğümde tatlı tatlı gülümsemiştim fakat gördüğümde neden bu ismin verildiğini anladım. Zira kazı bölgesinin eski ismi de henüz bilinmiyor.
Yumuktepe Höyüğü (Höyük: Kültür tabakası.) Mersin’in tam kalbinde (Bugünkü Demirtaş Mahallesi.) ve 9.000 yıllık kesintisiz yerleşimin olduğu, batı-orta Anadolu ve Suriye’nin ilk karakol noktası. 33 katmandan oluşan höyük, pek çok otorite tarafından mimarlık tarihinde kendi türünün en eski örneği olarak gösteriliyor, yani esas uygarlık beşiği dediğiniz Yumuktepe’dir diyorlar. Zephyrium ise Mersin’in ilk kentsel yerleşimi kabul edilen liman kenti.
Mezitli’deki bir başka antik bölge, Soli Pompeipolis Antik Kenti. MÖ. 7’inci yüzyılda Rodos’tan gelen Dorların kurduğu bir liman şehri burası da. Zaten Mersin’de toprağa küreğin ucuyla dokunsan altından antik kent çıkıyor. Soloi güneş anlamına geliyormuş. Akdeniz’in en işlek limanı haline geldiği esnada Perslere bırakılmış. MÖ 333’te Büyük İskender’e, oradan Selevkoslara bağlanmış. 19’uncu yüzyılda burayı ziyaret edenler tiyatro, tapınak, hamam ve nekropolis olduğunu yazmış olsa da etrafı bildiğimiz toki tarzı yüksek apartmanlarla dolu olduğu için artık çok geç…
Aslında burası bir ören yeri zira, halen gezilebilen kalıntılar oldukça geniş bir çevreye yayılmış durumda. 200 tane olduğundan bahsedilen sütunlardan bugün 33’ü ayakta olan Sütunlu Cadde; erken demir çağından Roma dönemine kadar tarihlenen Soli Höyüğü; 200 metre aralıklarla düzenlenmiş iki dalgakırandan oluşan (Batıdakinin daha iyi korunduğu) Antik Liman ve birkaç duvar kalıntısıyla Roma Hamamı…
Mersin’in çok kültürlü yapısı, sevgili rehberimiz ve gerçek bir Mersin aşığı olan Lina Nasif’in suretinde birleşmiş. Bize Mersin’i karış karış gezdiren, bildiği her şeyi tek tek anlatan, yaşına rağmen hepimizi cebinden çıkaran, efe bir kadın o! Geçtiği her sokakta insanların Lina Abla diye hürmetle karşıladığı, çocukların sevdiği büyüklerin saydığı, adeta Mersin’in simgesi. O olmasa Mersin o kadar eksik olacakmış ki, iyi ki tanıdım seni sevgili Lina! “Dirimiz de bir, ölümüz de bir“ diyen insanların memleketinde Müslüman’ı, Yahudi’si, Hristiyan’ı aynı mezarlıkta ve hatta aynı parselde uyuyor.
Bu özelliği ile dünyada tek olan Mersin Şehir Mezarlığında, bir de şehitlik var. Gezimiz esnasında da bir gün önce şehit geldiğini söylemişlerdi zira, evler, caddeler ve sokaklar bayraklarla doluydu. Lina, bundan 17 yıl önce her yıl kurban bayramında “Geleneksel Dua Töreni” düzenlemeye başlamış. Üç İbrani dinin temsilcilerini mezarlığa davet ederek, dualar etmiş ilahiler söylemişler. Bu eşsiz uygulamayı zamanla tüm dünya duymuş, ziyaretçileri destekleyip el verenleri artmış.
Mersin’de gezmekten en çok keyif aldığım yer merkezdeki Uray Caddesi üzerinde yer alan Latin İtalyan Katolik Kilisesi oldu. Güllerle dolu yemyeşil mis bir bahçesi var. Rahip Hanri Leylek, “Kilisenin tarihi aslında Mersin’in tarihi” diye anlatmıştı bu güzel yapıyı. Burası eskiden Mersin limanına yanaşan gemilerin uzaktan ilk gördükleri çan kulesiymiş, bu nedenle liman inşa edilen kadar kulede bir deniz feneri varmış. Şimdi yaklaşık 300 metre içeride kalmış olsa da deniz doldurulmadan önce kıyıda bulunuyormuş. Doğu-batı doğrultusunda bazilika planlı yapıda güneybatısındaki çan kulesinde bir de saat kulesi bulunuyor.
Hatta bu saati tamir ettirmek için İstanbullu çok iyi bir saat ustası gelmiş yakın zamanda. 1843’te Çukurova, Lübnan ve Suriye’de Fransiskan-Kapusien rahiplerin sorumlusu P. Francesco Tarsus’taki Katoliklerin dini ihtiyaçlarını karşılamak için bir ibadethaneye ihtiyaç duyduklarına kanaat getirmiş ve Sultan Abdülmecit de 1853’te yayınladığı bir fermanla kilisenin yapımına onay vermiş, Beyrut’tan taşlar getirilmiş. Kesme kireç taşından avlulu anıtsal bir kompleks olarak inşa edilmiş. Kiliseye bağlı derslerin Fransızca ve Arapça verildiği bir kız bir de erkek öğrenci okulu yapılmışsa da Cumhuriyetin ilanıyla kapatılmış.
Kiliseye ait bu bölüm günümüzde halen bir ortaokul olarak faaliyetini sürdürüyor. Vatikan tarafından 1991’de kilise katedral olarak değiştirilmiş ve Güney, Güneydoğu Anadolu, Karadeniz Bölgesi, Suriye, Irak, İran ve Rusya’daki Katolik kiliselerine bağlanmış. Mersin deki bugünkü Katolik cemaat altı ayrı guruptan oluşuyor: Latin Katolikler, Maruni Katolikler, Kildani Katolikler, Süryani Katolikler, Ermeni Katolikler ve Melkit Katolikleri. Fakat kilisenin kapısı her dinden Mersinliye ve bizim gibi ziyaretçilere açık, öyle ki burada hep birlikte Ramazan’da iftar açıp Noel’de şarkılar söylüyorlar.
Aziz Mihail ve Cebrail Ortodoks Kilisesi ise, Mersin’in bir başka zenginliği. 1852’de inşa edilen ve Tomris Nadir ve Nitri Kilisesi Vakfı’na ait olan bu kilise epeyce bakımlı, zarif ve güzel bir yapı. Kilisenin ruhani önderi Peder İspir Coşkun’dan kilisenin tarihini dinleyebilirsiniz.
Mersin, gerek müzik ve bisiklet festivalleri, gerekse de kültür-sanatıyla vizyonu geniş özel bir kent. İçel Sanat Kulübü de, 1989’da Mersinli ve kent yaşamına duyarlı çalışmalar yapan bir grup sanatsever tarafından kurulan bir sivil toplum kuruluşu. Amacı, kentteki sanat, kültür ve bilim üreten kişi ve kurumların üretimlerini kitlelere ulaştırmak, yaymak ve çoğaltmak. Bu kapsamda düzenledikleri sayısız etkinlik, sergi, konser, gezi, çıkardıkları süreli yayınlar ve atölye çalışmaları derken Mersin’in en değerli merkezi olmuş. Mersin’e yolunuz düşerse Sanat Sokağı’ndaki (ki çok şirin ve tam adı gibi bir sokak) merkeze uğrayıp rengârenk çiçeklerle süslü sevimli bahçesindeki kafede bir şeyler için.
Benim için Mersin deyince bir özel yer daha: Arabağa Kahve! Bu öyle Mersin yazısında geçiştirilecek bir mevzuu değil, bilen bilir sade Türk kahvesi yaşamam sevincimin sacayaklarından biri.
Anadolu’da bakırın ilk ergitildiği, zeytinin ve pamuğun ilk yetiştirildiği, 400 Bizans köyüyle Bizans kır yaşamının en iyi şekilde gözlendiği, en kaliteli portakal ve limon bahçelerinin bulunduğu, yılın 300 günü güneşli havası ve 108 km’lik doğal kumsalları, dünyanın en güzel 13’üncü koyu seçilen Tisan’ı, Caretta caretta’ların ve Akdeniz foklarının üreme bölgesi, Türkiye’nin en büyük limanı, cezeryesi-tantunisi-kerebiçi-künefesi, yaylaları-mağaraları, kiliseleri-manastırları, kaleleri-efsaneleri, el işleri-şarkıları türküleri ve halen korunan yörük kültürüyle Mersin, benim hayranlıkla gezdiğim bir kent oldu. Ne yalan söyleyeyim şehir merkezi Antalya’dan çok daha zarif, küçük sokakları daha estetik, insanları ve esnafı daha sıcak. Denizini hiiiç söylemiyorum: Silifke’yi gör Anadolu’da deniz gör, koy gör, o derece iddialı. Ve fakat Kilikya Güzellemesi, Silifke yazısında.
Ben de isterim şöyle ayrı bir bölüm açıp, Mersin mutfak kültürü üzerine yazmak fakat, yaşamak içün yiyenlerden olmak böyle bir şey. Tantuni elbette çok güzel fakat yaprak tantuniyi deneyemedim, artık bir sonraki sefere. Künefenin de Mersin usulünden ziyade klasik Hatay tarzını tercih ediyorum. Gel gelelim bir kerebiç olayı var burada, ciddi ciddi bayıldım. Üzerine çöven otu ile yapılan pek şekerli bir sos döküyorlar. Tek eleştirimse ‘keşke şekerini daha az koysalar’dan ibaret.
Cezeryenin adı Arapça havuç anlamındaki cezar’dan geliyormuş. Oysaki ben gençlik yıllarımda pek sevdiğim cezeryeyi bir Adana güzelliği sanıyordum. (Bence Adanalılar pr’da daha başarılı.) Adana’da bir cezeryeci var ki, adını öğrenince editleyeceğim yazıyı, “bu cezerye ise benim yediklerim neydi?” diyebilirsiniz.
Güzel insan Esra Bayhan’ın emeği ve Ali Murat Merzeci’nin Mersin’i anlatan videosu:
Biliyorum Mersin yöresine ait bir türkü değil. Hatta viki’de, “Isparta yöresine ait olduğu söylense de Kerkük Türkmeneli menşeli” olduğu yazıyor. Fakat ben gerek minörlüğü, gerekse de naifliği bakımından Mersin yazımın finali için uygun gördüm, elbette dinlemelere doyamadığım Müzeyyen Senar’dan! Evlerinin Önü Mersin, iyi dinlemeler efenim.
Cevap Yaz