Çünkü yolculuklar hep içe yapılıyor, evine döndüğünde sen sen olarak kalmıyorsun. Dönüşünü müteakip rutin yaşamına uyandığın ilk sabahtan itibaren yeni bir yol arayışı başlıyor. Çünkü bir son ya da sonuç yok, vardığın ya da varacağın bir yer yok. Önemli olan yolda olmanın ta kendisi. Yaşamak gibi, anda olmanın ta kendisi.
İlk adımını attığın yepyeni coğrafya kadar ona uzanan yolu da kapsayan bir süreç bu. Dünya gözüyle ilk kez göreceğin, belki bir ay bir yıl öncesine kadar adını bile bilmediğin, ister dünyanın diğer ucunda, ister bir saatlik mesafede olsun, her gidiş ayrı bir hikâye.
Ufuk çizgisini izlediğin bir uçak penceresi de olsa, bir bisiklet selesi ya da iki sene sonra göçecek, doğaya inat yapılmış yurdum asfalt yolları da, o yol seni ilk kez görüyor, senin de ona ilk selamın bu.
Yola ne şekilde çıkmış olursan ol, hep kendi etrafında dönüp duran, bir yere varamayan düşüncelerle de olsa, yalan dünyaya dair delicesine plan programla da, yepyeni bir keşfin heyecanını bastıramayan kalbindeki kuş cıvıltıları veya çok derinde hissettiğin bir acıdan, bir zaaf bir alışkanlık bir korkudan kurtulmak için de olsa hiç fark etmez. Ne öncekine ne de sonrakine benzeyen bir seyahat olacak, şahsına münhasır bir hikâye yazılacak.
Yine aynı güzergâhı kullanarak, aynı mevsimin seneyi devriyesinde ve ayın dolunay olmasına tam bir buçuk gün kala da geçsen aynı yoldan; bugün geçtiğin yol, o gün geçtiğin yolla bir olmayacak.
Her yola yalnız bir kez çıkılıyor sanki, aynı nehirde iki kez yıkanılamayacağı gibi.
Mevzu bahsim gidiş yolu, bu yolların bir de dönüşü var. İstersen gelirken bıraktığın taşları toplayarak, istersen dünyanın öbür ucundan dolanarak dön, hiçbir zaman sen sen olarak dönmeyeceksin. Yaşamak gibi, yolda olmanın ta kendisi. İşte tüm hikâye bu.
Bir köksüzlük meselesi bu. Kökleri sağlam olmayanın uzaklara gidemeyeceğine dair çok şey söylenmiş, söyleniyor.
Kendini konumlayamadığın bir çerçeve içinde yaşıyorsun ve buna es vermek – sonlandırmak istiyorsun. Kaçış değil. Bu, tam anlamıyla bedenin ruha dar gelmesi durumu. Bir çeşit nefessiz kalma, sıkışmışlık, boğulma, hapsolma hissi. Hele de – nadiren, ilk kez gördüğün bir coğrafyanın, sanki yüzyıllardır oranın yerlisiymişçesine toprağınmış gibi hissettirmesi var sana. Tuhaf bir bağlılık hissi, kökleneyim istiyorsun, o denizlerden hiç çıkmayayım, o dağlardan hiç inmeyeyim düzlüklere. Bir gün burada yaşlanmaya gelirim belki. Tüm sesler susunca. Bir gün.
Bir yalnızlık meselesi bu. Çünkü yalnızlık bir tutku. Hem ömür boyu şikâyet ettiğin, hem de delicesine bağlı olduğun bir şey. İnsanın yaş aldıkça daha iyi anladığı, bir tercih, bir yaşam biçimi.
Bir özgürlük meselesi bu. Bir çeşit nefes alma meselesi… Her şeyden ve herkesten bağlarını gevşetip – çözüp, kısa süreliğine de olsa hiçbir şey düşünmeden, yarını-dünü düşünmeden yalnızca yolun götürdüğü anlar silsilesine bırakıvermek kendini. Belki en sevdiklerinden uzak, seni sen yaptığını sandığın şeylerden, senden beklenen rollerden, davranış şekillerinden, görevlerden, seni çok iyi tanıdığını iddia eden insanlardan uzak.
Bir kendini arayış bu. Kendin olabilmek, olduğun gibi olabilmek meselesi… Uçsuz bucaksız bir okyanusun ortasında, ne ada ummak zorunda olmak, ne de yüzmeye zorlamak kendini.
Yolda olmaya meftun insanlar tanıdım, kadınlar ve erkekler. Köksüzdüler. İstediklerinin köklenmek olduğunun farkında olanlar da vardı, olmayanlar da. Yalnızdılar. Konuşkanı da vardı suskunu da, neşelisi ve durgunu da. Korkusuzdular. Kendinden başka hiçbir gücü tanımayanlardı onlar. Barışıktılar. Hiçbir şeyle savaş halinde değillerdi, sistemle, hayatla… Kendileri dışında hiçbir şeyle savaşmıyorlardı. Hırslıydılar. Hırs gördüm ben onların gözlerinde. Bir tutku meselesiydi.
Karşına çıkan her insan senin aynandır ya, hani hep senden bir parça yansıtır ya, hani onda en tahammül edemediğin şey sende bir yere dokunduğundandır ya, işte bunlar da hep yola dâhil.
İlk kez adımını attığın bir coğrafya, yüzüne bakan ilk birkaç insan, dokunduğun ilk eşyalar, damağına değen ilk lokma, ilk susuşun, ilk tebessümün, ilk sabah, ilk gün batımı, sigaranı tellendirdiğin ilk gece, ilk uykuya dalışın, hatırladığın ilk rüya… Sanki ilk kez doğdun. Yaşamı ilk kez deneyimliyorsun. Düşüyorsun, kalkıyorsun, alışana kadar oraya ve alıştırana kadar kendini, kendinle de ilk kez tanışıyorsun. İnsanlarla nasıl iletişim kurduğundan, aksiliklerde verdiğin tepkiye, dağların tepelerinde ve denizin derinlerinde kaçıncı senle karşılaştığına kadar, büyüyor, büyüyor, büyüyorsun.
İnsanlar giriyor hayatına, dostundan dost oluyorlar. Kimi dönüş yolunda el sallıyor tebessümle. İlk ve son kez gördüğü için seni, içinde birikenleri bir çırpıda anlatıp kaçanlar da oluyor, yalnız yürümekten korkup elini tutanlar da. Kimi anne gibi anaç, kimi geniş gönlüyle babacan davranıyor. Kimi kızının, kimi kardeşinin, kimi sevgilisinin yerine koyuyor. Kimi de seni, yalnızca sen yerine koyuyor. Seni sen olarak tanıyor, seviyor, kabul ediyor ve senin için bir yer açıyor kendi yolunda.
Yalnızlık gibi, yol da paylaşılmaz be Asaf Usta diyesim geliyor. Her kim olursa olsun yol arkadaşın, o yolda bir yanın hep yalnız yürüyor. Yaşamak gibi.
Anların bol olsun yolcu.
Olsun!